Ocak ayının son haftası devrim ve komünizm şehitlerini, onların değerli hatıralarını, izledikleri yüce yolu, her birinde somutlaşmış olan devrim ve komünizm idealini ve bu ideal uğruna sergilenen özveriyi anlamanın, yaymanın özel bir içerik kazandığı bir haftadır. Kolektif bir ruhla, içinde olduğu sefalet koşullarından kurtulabilmesi için mücadelesinde halka önderlik etmek bakımından bu haftanın içerdiği manevi değer sonsuz derecede önemlidir. Çünkü şehitleri andığımız bu haftada, onların, her biri yücelik dolu ölümlerinin dersleri vardır.
“Tarihin Sonu”nun Sonu
Uzun bir süredir devrim ve komünizm uğruna mücadelenin eskisi kadar önemli olmadığı, zayıfladığı, kurtuluş idealinin soyut ve soyut olduğu kadar geçersiz, umutsuz bir mücadele olduğu inancı körüklenmektedir. Egemen sınıfların Fukuyama’nın ağzından “ideolojilerin sonu”nu ilan ettiği günlerde tüm dünya toplumlarına büyük idealler uğruna mücadele etmenin tarihsel bir yanılgı olduğu, kapitalizmin ulaşılabilecek son toplum düzeni olduğu da anlatılmaya başlanmıştı. Sosyalizmden geri dönüşlerle başlayan sürecin sonunda sosyalist maskeli devletlerin, yüzlerindeki maskeyi atmaları “ideolojilerin sonu”nun ilanı için uygun koşulların oluşmasındaki en önemli halka oldu. 1990’ların başından itibaren ayyuka çıkan, aslında çok daha önceden başlayan “sosyalizme inançsızlık” ve bu anlamda kurtuluş olanağının kararması belli ekonomik ve siyasi şartların ürünüydü. Bu süreç geçici bir süreçti. Buna rağmen etkisi ağırdı ve bir insanın ömrü bakımından görece uzun bir zaman sürdü. Şimdi içinden geçtiğimiz yoğun krizli dönem bu sürecin sonudur.
Şehitlerimizi anarken sözünü ettiğimiz bu sürece özellikle dikkat çekiyoruz. Şehitlerimizin önemli bir bölümünün canlarını bu süreçte devrime adadıklarını hatırlatmak gerek. Onlar yüzlerini, her şeye rağmen devrimden yana döndüler. Onlar tüm dünya toplumlarında sömürünün, yaşamak için çalışmak zorunda olmanın, bir avuç güçlünün çıkarları uğruna yaşayan, hatta savaşa sürüklenen halkların varlığına isyan etme yolunu seçtiler. Sadece isyan etmek değildi yaptıkları, aynı zamanda bir umut içindeydiler ve umut yaydılar…
Söz konusu koşullarda yüzünü devrime dönmek özel bir maharet mi ister? Yoldaşlarımız insan üstü bir duyarlılığa mı sahiptiler ya da insanlığa eşsiz bir merhamet mi gösterdiler? Hiç kuşkusuz yoldaşlarımızın duyarlılıkları üst seviyedeydi ve gene hiç kuşkusuz insanlığa karşı büyük bir sorumluluk duygusuna sahiptiler. İnsanlığın merhamete gereksinimi olmadığını bilecek kadar halkların devrimci gücünü bilen veya bu güce inanan devrimcilerden söz ettiğimiz bilinmelidir. Yüzünü devrime dönmenin temel nedenini açıklamak için tarih biliminden yararlanabiliriz. Bu konuda Marksizm-Leninizm-Maoizm’in öğretileri temel öneme sahiptir. Mao Zedung çok iyi formüle ettiği “halkların hareket yasası mücadele başarısızlık, mücadele başarısızlık ve gene mücadele ve gene başarısızlık ta ki zafere kadar” yasasından söz eder. Tarihin tüm dönemlerinde halkların hareketi incelendiğinde bu yasa ile karşılaşırız. Halklar daima insanlığın/toplumun zulme uğrayan, sömürülen, kurtuluşa gereksinimi olan kesimleridir. Kurtuluş gereksinimi var oldukça kurtuluş için mücadele de ve nihayet kurtuluş da olacaktır. Zorunluluk özgürlüğü içerir ve özgürlük de zorunluluğu. Sonsuz bir zorunluluk olamayacağı gibi sonsuz bir özgürlük de olmayacaktır. Daima özgürlüğü kısıtlayan sınırlar olacak ve her sınır bir gün aşılacaktır. Halklar sınıflı toplumlar içinde zorunluluklar zincirine bağlıdır. Sınıflı toplumlar tarihi boyunca halklar, bu zincirleri kırarak özgürleşmişlerdir. Her özgürlük sonrası yeni zincirler esaretinde yeni halk kesimleri meydana gelmiştir. Şimdi burjuvazinin egemenliğinde çeşitli toplum düzenlerinde yaşayan halklar söz konusudur. Bu toplum düzenlerinde çürüme, yozlaşma had safhadadır. Bu, kurtuluş olanaklarının artması, özgürlük için mücadelenin kaçınılmazlaşması anlamına gelir. Tarihin sonunun ilan edildiği, yani sınıf savaşımının bittiği, işçi sınıfı lehine yeni bir düzenin kurulması şartlarının ortadan kalktığının ileri sürüldüğü dönemde inkâr edilen bu gerçeklikti. O koşullarda yüzünü devrime dönenler Mao’nun ortaya koyduğu yasanın geçerli olduğundan şüphesi olmayanlardı. Halklar baskı altında olmaya devam ederken, ezilen uluslara yönelik haksızlıkların giderilmesi için hiçbir ilerleme olmazken, ritmini yitirmeden sömürü sürerken, çalışma koşulları kâr amaçlı olarak ağırlaşırken tarihin sonunun geldiğine, sınıflar savaşının bir geçerliliğinin kalmadığına inanmak tarihe tek yanlı bakmakla mümkündü. Oysa her şey gibi tarihin de iki yüzü vardı. Yenilgiler gibi yengiler de gerileme gibi ilerleme de, ezenlerin sonsuz görünen saltanatı gibi ezilenlerin buna son verme gücü de vardı. Devrim uğruna savaşmayı seçenler tarihin iki yüzünü de görebilen ve devrim seçeneğinin sonunda galip geleceğini kavrayanlardı. Nitekim onlar gelişmenin devrim yönünde olacağı konusunda haklıydılar. Onlar tarihin sonu büyük yalanına hiç şüphe duymadan arkalarını dönmekte kesinlikle haklı çıktılar. Bugün dünyanın hemen her ülkesinde kriz koşulları ağırlaşmıştır. Sınıf savaşının sürgit devam ettiğini gösteren veriler hiç yok olmamışken bugün siyasal alandaki gelişmelere karşı da dünya halklarının tepki verdiğine tanık olmaktayız. Bunun esas olarak kendiliğinden gerçekleşmesi dünya halklarındaki devrimci potansiyele işaret eder.
Karanlık Arttıkça Yol Aydınlanır
Şimdi yaşanmakta olanlar devrimin şartlarının dünya çapında olgunlaşmakta olduğuna dair veriler içermektedir. Dünya halklarının umutsuzluğa sürüklendiği koşullarda devrim uğruna mücadele etmenin şanlı şerefini taşıyan şehitlerimizin uğruna can verdikleri devrim bugün tüm dünyada yeni bir aşamanın eşiğindedir. Emperyalizm ile ezilen uluslar ve dünya halkları arasındaki çelişki yoğunlaşmaktadır. Emperyalistlerin kendi aralarındaki çelişkiler keskinleşmekte, uzlaşma süreci kaçınılmaz olan uzlaşmazlığa doğru ilerlemektedir. Kapitalizmin genel krizi, büyük çalkantıların ve ciddi siyasi krizlerin zeminini oluşturmakta, “yeni” denen ekonomi modellerine (neoliberal ekonomi, küreselleşme, deregülasyon vs.) rağmen ekonomik kriz her geçen yıl daha derin çöküntülere yol açmaktadır. Son yıllarda, tarihte eşine büyük çöküntü dönemlerinde rastlanan “şarlatan” liderlerin sayısı arttı. Hatta denebilir ki her ülke kendi şarlatan liderini çıkartmaya başladı. En son Arjantin’de başkanlığa seçilen Milei “yeni çılgın lider” olarak kayıtlara geçti. Normal koşullarda yüzlerine bakılmayan bu gibi “liderlerin” bugün öne çıkmalarının nedeni kriz koşullarıdır. Egemen sınıflar için ekonomik zorlukların giderilmesinin koşulu halk kitlelerine yönelik daha yoğun saldırılar ve kendi paylarını diğerlerinin aleyhine büyütmektir. Milei’nin açıklamalarında, ondan beklenen yoğun saldırıların boyutunu görebiliyoruz. Devletin tüm hizmet alanlarından uzaklaşmasını, hizmet alanlarının özel sermayeye peşkeş çekilmesini savunan Milei en son Merkez Bankası’nın da kapatılması gerektiğini ileri sürerek bu saldırıların sonunun olmayacağını gösterdi. “Kamu yararına” kavramının tamamen terk edildiğine işaret eden bu gelişmeler devletlerin gerçek özelliğinin ne olduğunu kavramak bakımından dikkate değerdir. Devletler tarihin belli bir aşamasından itibaren sınıflar mücadelesiyle var olan ve gelişen toplumların egemen sınıflar lehine yönetilmesini sağlayan araçlardır. Hiçbir kral, imparator veya şimdi için başkan, cumhurbaşkanı “kendi başına” liderlik etmez, o her zaman belli sınıflar adına yönetir ya da yönetim vitrininde konumlanır. Kendisine diktatör dendiğinde Lenin “senin diktatör olmandansa benim diktatör olmam daha iyidir” dediğinde elbette basit bir biçimde dalga geçmiyordu; bunu söylediğinde diktatörlüğü reddetmediği gibi bunun bir sınıf diktatörlüğü olduğu gerçekliğine dayanıyordu ve belirleyici noktanın “kim için ve kime karşı diktatörlük yapıldığı”dır demiş oluyordu. Çılgın bir lider çıkıp büyük katliamlara yol açan savaşlara karar verebiliyor, başka biri çıkıp toplumsal mücadelelerin ürünü olan hakları “kendi doğrusu” her şeyden üstünmüş gibi yok sayabiliyor. Bunlar “biri”nin değil, bir sınıfın kararlarıdır. Sonuçta birileri tarafından dile getirilmesi işin doğası gereğidir. Kriz koşulları ağırlaştıkça birilerinin ağzından daha çok “saçmalık” -ama gerçekleşebilir saçmalıklar- duyacağımız açık olmalıdır. Çok net olarak bu yoğunlaşmış saldırıların çılgın liderleri doğurmaya devam edeceğini söyleyebiliriz.
Dünya Savaş Girdabında
Bugünün dünyasında hegemonik konumunu sürdüren ABD, Orta Doğu’daki gerginliğin, bitmeyen ulusal baskıların ve ulusal direnişlerin baş sorumlusudur. Bu güç eskisi gibi güçlü değildir, gerilemektedir. Gücünü, hegemonyasını korumak için her yolu denemektedir. Son çeyrek yüzyıldaki hemen hiçbir operasyonunda başarılı olamadı. En son İran ve Irak’ta gerçekleşen saldırıların arkasında ABD ve bölgenin gerici güçleri var. İran’da IŞİD tarafından üstlenilen bombalı eylemlerde yüze yakın insan öldürüldü. Bu saldırı Suveyş Kanalı’nda yaşanan krizle bağlantılı olmakla beraber Gazze’de devam eden direnişin de kırılmasını amaçlayan bir saldırıdır. Bu olayı basit bir Kasım Süleymani düşmanlığı olarak kavramak bölgenin gebe olduğu daha büyük karmaşaya gözünü kapatmaktır. ABD önce Afganistan’da, sonra Suriye’de egemenliğini sağlamlaştırabilecek adımları atamadı. Genişleterek korumak istediği hegemonya buralarda yeterince kabul görmedi. Ukrayna’da ise Rusya’yı bir çamura sürüklemiş görünse de hedeflediği hegemonyayı sağlayabilmiş değil. NATO ülkeleri başta olmak üzere tüm ittifak güçleri üzerindeki hegemonyasını Ukrayna’daki işgalle perçinlemek ve geliştirmek istemiş; ama Rusya’nın emperyalist çıkarları karşısında esasen başarılı olamamıştır, Rusya’nın bölgedeki hegemonyası varlığını korumaktadır. Gene Çin’in dünya çapında yayılan ekonomik gücüne karşı attığı tüm adımlar sonuçta bu gücün yayılmaya devam etmesini engelleyememiştir. Suveyş Kanalı’ndaki kriz Çin ürünlerinin Avrupa’ya ulaşması bakımından Çin aleyhine bir kriz olmakla birlikte bunun tüm dünya ekonomisi için kriz koşullarının yoğunlaşması anlamına geldiği, dolayısıyla “tek hegemonik güç” konumundaki ABD’nin de bundan sonuç olarak olumsuz etkileneceği açıktır. Kanalda yaşanan krizin aynı zamanda bölgedeki dinamikler bakımından Husileri ve beraberinde İran’ı Gazze’ye uzanan direnişin ana unsurlarından biri olarak göstermesi de ayrıca ABD aleyhine koşullar doğurmaktadır. ABD’nin bölgedeki ataklarının kaynaklarını anlamak bakımından bu süreçlerin analizi önemlidir.
Dünya ekonomisinin içinde debelenmeye devam ettiği kriz derinleştirmekte ve “ayakları kilden dev”in ihtişamlı gövdesi göz bağını işlevsiz kılacak biçimde yıpranmaktadır.
Şehitlerimizi anarken onları anlamanın, tanımanın, kavramanın önemine özel bir vurgu yaparız. Dünyanın içinde olduğu koşullar tam da bu nedenle özel bir yoğunlaşmayla bilince çıkarılmalıdır. Devrim dün gibi bugün de halkların temel gereksinimidir. Bu gereksinim objektif bir olgudur. Her objektif olgu gibi bu da kavranmadıkça çözülebilir ve gerçekleştirilebilir bir gereksinim niteliği taşımaz. Bazıları objektif olarak var olmasının bir gereksinimin karşılanabilmesi için yeterli olduğunu düşünür. Bu, tam bir saflık değilse eğer oportünizmdir, olduğundan farklı görünmektedir. Gereksinimler onları karşılamak için harekete geçmenin nedenleridir sadece. Hareket etmedikçe gereksinimler karşılanamaz. Halkların devrim gereksinimi de harekete geçmeyi gerektiren bir olgudur sadece. Bunu başarmak için olağan akışlara dahil olmak, “sunulan olanaklara” derin anlamlar yüklemek, kendi misyonunu kitlelerin kendiliğinden hareketine bırakmak gibi eğilimlerden kopmak gerekir. Bu bir kez yapıldıktan sonra bitecek bir eylem de değildir. Bu elbette öncelikle bir düşünme biçimi sorunu, bakış açısı problemidir; ama bundan sonra sürekli eyleme dönüşmesi gereken bir pratik sorundur.
Şehitlerin pratikleri bu içeriğe sahiptir. Onlar “bir adım” atmadılar, bir adımdan sonra onlarca, yüzlerce adım attılar. Onlar bir eylemde durup kalmadılar, her eylemden sonra bir sonrakine yöneldiler. “Tarihin sonu”nun ilan edildiği koşullarda süreçlerin iki yönünü de görmekle kalmadılar, devrimci olan yönün gelişmesine hizmet edecek biçimde hareket ettiler. Bunu yaparken sadece egemenlerce dayatılanları ve öğretilenleri değil “kendilerine sunulanı” da reddettiler. Kendiliğinden akışa karşı çıkarak halkların muzaffer yürüyüşüne önderlik etmeyi seçtiler.
Şimdi kendimize sormalıyız: Onların bu seçiminin bize, geleceğe etkisi nedir? Onların seçimini, eylemini yok saydığımızda geride kalan nedir? Büyük bir dava için, büyük idealler için mücadele olmaksızın halkların yaşadığı nedir? Eğer devrim uğruna savaşmak ve ölmek, onurlu olsa da bireysel olarak büyük bir kayıpsa bu yol dışındaki yollar ne sunmaktadır?
Ölüm, genelde çekinilen, korkulan, olmasın diye “dualar” edilen bir sonuç olarak tanınır, hatta kavranır. Bunun elbette haklı nedenleri, bir gerçekliği vardır. Bununla birlikte ölüm kaçınılmaz bir sonuçtur. Korku ile, çekinme ile, dua ile onunla baş etmek olanaksızdır. Her zaman söylenmiş olduğu gibi aslolan ölümün yüklendiği anlamdır. Ölüme bu anlamı seçtiğimiz yaşam biçimi, hedeflerimiz, yürüdüğümüz yol verir. Kaçınılmaz olanı belirleyebilmek de gene bununla ilgilidir. Devrim ve komünizm şehitlerini, genel olarak bir dava uğruna ölenleri diğerlerinden ayıran özellik onların ölümlerinin anlamını belirleyebilmiş olmalıdır. Elbette büyük bir dava uğruna savaşmasa da “anlamlı, büyük bir sebeple belirlenmiş” ölümler söz konusu olabilir. Bir anda gelişen bir olayda sergilenen erdemli bir hareketle öldüğünde de kişi “ölümünün anlamını kendi belirlemiş” olur. Bu ölümler de yüce ölümlerden kabul edilir ve takdir edilerek anılır. Oysa bir dava uğruna ölmek bu anlamın bir yaşam boyu örülmesi, derinleşmesi, yayılması, gerçekleşecek bir umudun büyümesi, bu umudun geleceğe taşınmasıdır. Mao, bir Çin deyişinden hareketle bu ölümlerin “Tai dağından yüce” (Shandong eyaletinde, Tai’an şehri içinde tarihsel ve kültürel önemi büyük bir dağ. Bir diğer adı Doğu Dağı’dır.) olduğunu söyler. Yücelik kavramı ölüme giden yolla ilgilidir. Bir dağı tırmanmak zirveye ulaşmak amacını, bunun için harcanacak büyük bir çabanın önceden tasarlanmasını ve bunun için güç biriktirmeyi gerektirir. Dağ, tırmanıldığında ele geçirilmiş, aşılmış olur. Kişi dağ kadar yücelmiş olur… Bir dava uğruna ölmenin anlamı da dava kadar yücelmektir. Devrim ve komünizm şehitlerinin davası büyük bir toplumsal dava olmakla birlikte, aynı zamanda sınıflar mücadelesinin son kavgası olmakla da ayırt edicidir.
Günümüzde emperyalizm, faşist devletler, ezen ulusların şoven güçleri kendi çıkarlarını gerçekleştirmek üzere dünya halklarına ölüm sunuyorlar. Bilimin ve teknolojinin tüm olanakları bu ölümlerin artmasına, yayılmasına hizmet ediyor. Fabrikalarda, madenlerde, yollarda, hastanelerde, okullarda, savaşlarda yaşamak için çalışmak zorunda olanların uğursuz ölümlerine tanık oluyoruz. “Bir hiç uğruna ölmenin” türlü biçimleri yaşanıyor her geçen saniyede…
Tarihin sonunun ilan edildiği koşullarda devrim ve komünizm yolunu yürümekte ısrar eden yoldaşlarımız tam da dayatılan bu ölüm biçimlerini reddettiler. Şimdi bu yolu seçmekte ne kadar haklı olduklarını bilince çıkartmak bize düşen görevlerden biridir. Kuşkusuz devrimler yolunu seçmek tarihin sonu ilan edilmesine karşıtlıkla eş değildir. Bu karşıtlığı somut ve güçlü bir örnek kabul ediyoruz sadece. Halklara haksız savaşlar, faşizm, işgaller dayatıldığında da devrim ve komünizm şehitleri Tai Dağı kadar yüce ölümü tercih ettiler. Bu bakımdan günümüzde değişen bir şey yok. Her yerde egemenler halklardan “kendileri için” ölmelerini istemeye devam ediyorlar. Şehitlerimiz bize halklar için, haklı bir dava uğruna yaşamanın ve sonuçta ölmenin yüceliğini öğrettiler, öğretmeye devam ediyorlar. Bu yüceliği anlamak için içinde olduğumuz gerçek koşulların sebeplerini, geçmişini bilmek gerekir. Bu koşullara “berrak” bir biçimde gelinmedi. Bu koşullar oluşurken yukarıda değindiğimiz büyük yalan gibi yalanlarla, yoğun ve sürekli manipülasyonlarla mücadele edildi. Bu mücadele sürmeli. Çünkü yalan, manipülasyon devam ediyor. Filistin büyük yalanlarla işgal altında, Kürtler büyük yalanlarda ilhak altında, Ukrayna büyük yalanlar nedeniyle emperyalistlerin savaş hattı durumunda vs…
Emperyalizm ayakları kilden büyük bir devdir. Onun ayakları halkların sırtındadır ve kilden bu ayaklar üzerindeki yükü taşıyamayacaktır. Ayakları kilden bu büyük devin ihtişamı gözleri kamaştırmamalıdır. Gövde ne kadar ağırlaşırsa ayaklar o kadar çabuk çözülür. Tarihin en ihtişamlı imparatorluğu olarak anılan Babil’in sonundan o da kurtulamayacak…
“İhtişamlı Babil’in kurucusu olarak rivayet edilen kral II. Nabukadnezar, gördüğü bir rüyayı yorumlaması için kahin Daniel’a anlatır. Rüyasında başı altından, gövdesi gümüşten, beli bronzdan; bacakları demirden; ama o devasa vücudu taşıyan ayakları kilden bir heykel görmüştür. Heykelin yüzünün kendi yüzü olması onu korkutmaktadır. Daniel bu rüyayı şöyle yorumlar: ‘O gördüğün devasa heykel Babil’dir. İhtişamını Babil’den alır. Oysa o gördüğün kilden yapılmış ayaklar senindir. Sen artık Babil’i taşıyamazsın.’ der. İhtişamlı Babil Nabukadnezar’ın ölümünden kısa bir sonra dağılır.”
Emperyalist sistem kendini taşımakta giderek acizleşecektir. Görkemli Babil gibi o da yıkılacaktır. Yenilmez görünenler yenildiler. Defalarca yenilmiş olanlar ayağa kalktılar. Tarihin öğrettiği şey budur… Şehitlerimizin bugüne taşıdığı umut gelecekte saklı mirastır ve gerçekleşecektir.
*Yeni Demokrasi gazetesinin 153. Sayısından alınmıştır.